Çalışma Metni No:26

İnsan Hakları Bağlamında Dil Hakkı

Erhan Kızıl
Temmuz 2022

Giriş

Dil hakları, 20. yüzyıl sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında, siyasi, hukuki ve akademik tartışmaların odağına yerleşmiştir. Bunun temel nedeni neredeyse dünyanın her yerinde vuku bulan etnik çatışmaların meydana getirdiği ilgidir. Bu varsayımı destekleyen çok ciddi çalışmalar bulunmaktadır.  Roland Breton, 2003’ün başında yayınladığı Dünya Dilleri Atlası adlı çalışmasında, dünyada mevcut olan yaklaşık 200 devletten 160’ı gibi çok büyük bir kısmının resmî olarak tek dilli olduğu gerçeğini haritalar üzerinde göstermiştir. Breton’un çalışmasına göre, geriye kalan devletlerden 30’u iki dili resmî dil olarak tanırken, 7’si üç dili ve 2’si ise resmî olarak 4 dili tanımaktadır. Bunların yanı sıra, May ve Krauss’ın çalışmaları bu dil politikaların nihai sonucu olan önemli bir gerçeği göstermektedir. May, 21. yüzyılın sonlarına doğru, dünyada bulunan yaklaşık 6800 dilin yüzde 20 ile 50 arası bir oranda yok olacağını işaret etmektedir. Krauss ise aynı yüzyılın sonunda dillerin yarısının yok olacağını ve yüzde 40’nın da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını düşünmektedir. Bu tarz çalışmalarla literatürde hatırı sayılır yer edinen sosyo-dilbilimciler, dillerin yok olmasını “dilsel soykırım” olarak tanımlamaktadır. Nitekim tarihsel gerçeklik bizlere açıkça göstermektedir ki, modern toplumda azınlığın dili çoğunluğun dili tarafından eritilip yok edilmekte ve bu süreç “dillerin katli” ile tamamlanmaktadır. Bu “dilsel soykırım”ı engellemenin en olası ve en hızlı yolu dil haklarının uygulanmasıdır.

Dil haklarının tek işlevi “dilsel soykırım”ı engellemek değildir. BM, yukarda sözünü ettiğimiz çalışmalara paralel olarak, farklı ancak bu konuyla da bağlantılı bir alanda hazırladığı bir çalışmada, 2002 itibarıyla dünyada yaklaşık 275 etnik çatışmanın varlığına dikkat çekmiştir. Bu bir tesadüf olmayıp ulus-devletlerin homojenleştirici/tek uluslu ve tek dilli politikalarının doğrudan bir sonucudur.

Yaklaşık 200 yıl önce yerküredeki siyasi haritanın tümünü kapsayacak şekilde oluşmaya başlayan ulus-devlet serüveni, kuşkusuz soykırım, etnik çatışma ve asimilasyon gibi felaketlerin de temel sebebidir. İmparatorlukların parçalanması ve sömürgeciliğin tasfiyesi ile tüm yerküreyi kapsayan ulus-devletlerin sınırlarıyla etnik dillerin sınırları birbirleriyle uyuşmadı. Ortaya çıkan ulus-devletlerin hepsi birden çok dil grubuna ev sahipliği yaptı. Aksine kurulan devletlerin pek çoğu tek dili resmî dil olarak tanırken, resmî dil dışında kalan dillerin reddine ve asimilasyonuna başvurdu.

Bu çerçevede ulus-devlet, etnik çatışma ve azınlıklar ya da daha özel olarak dil hakları arasında sıkı bir korelasyon bulunmaktadır. Yaşanan tecrübeler açıkça göstermektedir ki özelde dil haklarının genelde ise kültürel hakların yok sayıldığı ülkelerde, grupların gönüllü birliği sağlanamamakta ve buna bağlı olarak gerginlikler ve çatışmalar kaçınılmaz olmaktadır. Bu doğrultuda dil hakları, uluslararası toplum açısından sadece bir iyi niyet göstergesi, temel bir hak olduğu için değil, aynı zamanda uluslararası istikrarın korunması için temel bir zorunluluk teşkil etmektedir. Ulus-devletlerin yaygınlaşmasıyla beraber uluslararası sistemi tehdit eden etnik çatışmaların durdurulması için dil haklarının tanınması ve hatta bir insan hakkı olarak kabul edilmesi temel bir zorunluluk haline gelmiştir. Dil hakları gerek ulusal sınırların gerekse de uluslararası sistemin istikrara kavuşması için etnik çatışmaları hafifletir ve toplumsal barışın sağlanmasına katkı sağlar. Bu çerçevede devletlerin dil politikalarını tek dillilik olarak belirlemesi, etnik çatışmaların sebebi olabilmekteyken; çok dilliliği esas alarak belirlemesi bu çatışmaları hafifletip toplumsal barışın sağlanmasında aracı bir rol oynayabilmektedir. Nitekim Avrupa ülkeleri toplumsal barışı sağlamak adına azınlık haklarının sağlanması noktasında daha istekli davranmış ve bu hedeflerinde kısmen başarılı da olmuşlardır. 1990 tarihli Yeni bir Avrupa İçin Paris Şartı’nda da bu amaç açıkça belirtilmiştir. Bu noktada dil haklarının uygulanması dil kırımının önüne geçmek ve toplumsal barışı sağlamak olmak üzere iki noktada önem kazanmaktadır.  Bu ise alanla ilgili yapılacak çalışmaların önemini göstermektedir.

Bu çalışma, yukarıda açıklandığı üzere “zamansal ve mekânsal gerçekliğin” normatif bir sorununa işaret etmeyi amaçlamaktadır. Yaşadığımız zaman ve mekânda tüm insanlığı ilgilendiren temel bir sorun varken ve bu sorun hepimizi etkiliyorken eylemin ve tepkinin gerçekleştiği “an”da tartışma açmak ve bu tartışmayı sürdürmek niyetindeyiz. Kısacası eylemin (dil politikaları) ve tepkinin (dil haklarının) gerçekleştiği zaman ve mekân içerisinde, tanık olduklarımız karşısında tutumumuz nasıl olacaktır? Dil politikalarının asli haksızlıklarına (eylemin) karşı dil haklarının (tepkinin) açtığı alanların farkına varmaya çalışacağız. Yukarıda değindiğimiz meselelere bir anlamda yaşayarak tanıklık ediyoruz. Dil politikaları, etnik çatışmalar, dillerin katli vd. gibi meseleler toplumsal ve politik gerçekliğimizdirler. Bu gerçekliği kabul edip, bu gerçekliğe uymak insan doğasına ve insanın haklarına aykırıdır. Bu nedenle dil hakları bağlamında maruz kaldığımız haksızlıklara bir cevap verme ve bu konuda bir tartışma açma niyetindeyiz. Bugün hayatımızın her alanına sirayet eden tek dilli ve baskılayıcı dil politikalarını anlamak ve anlamlandırabilmek, dil haklarının tarihsel altyapısına bakmayı gerekli kılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda ikiye bölünen çalışmanın ilk bölümünde dil haklarının insan haklarıyla olan ilişkisi incelenmiştir. İkinci bölümde ise dil hakları, uluslararası insan hakları hukuku çerçevesinde ele alınmıştır.